Türklerde “Halk Bilimi” (Folklor) terimini ilk defa Ziya Gökalp 23 Temmuz 1913 tarihli bir yazısında kullanmıştı. Cumhuriyet yönetiminin her alanda uluslaşma idealiyle hareket ettiği yıllarda, halk oyunlarının ulus olmaktaki önemini fark eden ve bu konuda heyecan duyan biri daha vardı. 1926’da yayınladığı “Yeni Zeybek Raksı” adlı makalesinin ilk sayfasında, çağdaş giyimli bir kadın eğilmiş, çağdaş kıyafetli bir erkek kadının önünde diz çökmüş haliyle dansın son duruşunu gösteren bir resim bulunmaktaydı. Resmin hemen altında ise, Atatürk’ün “Zeybek Raksı bu yeni şekliyle her içtimai salonda kadınla birlikte oynanabilir, oynanmalıdır” diyen sözü yazıyordu. İçinde bu dansın heyecanını duyan kişi Selim Sırrı Tarcan ve hikâyenin başladığı yer de İzmir’di.
1896’da İzmir’de istihkâm subayı olarak göreve başladığında, Yunan Harbi başlamak üzereydi. Alasonya’ya sevk edilmek üzere Aydın, Manisa, Denizli, Ödemiş, Tire, Nazilli, Akhisar’dan harbe gönderilmek üzere akın akın İzmir’e gelen zeybeklerden taburlar oluşturuluyordu. İzmir’de Kadifekale ve Yenikale civarında açık ordugâhlar kurup gündüzleri talim yapıyor, geceleri meşaleler yakarak zeybek oyunu oynuyorlardı. Tarcan, her akşam curanın, darbukanın sesine ayak uydurup saatlerce onları izliyor, yanlarından ayrılmıyordu. Zeybek kıyafetleri de çok ilgisini çekmişti. Ordudaki diğer askerler gibi üniforma giymiyorlardı. Selim Sırrı, etkilendiği kıyafetleri ve İzmir günlerini şöyle anlatıyordu;
“Bu kıyafetlerin muayyen şekli yok idi. Her beldenin bazı hususiyetleri göze çarpıyordu. Feslerine yemeni, kefiye saranlardan başka, yavuklularının işlediği oyalarla başlarını bir taç gibi süsleyenler de vardı. Bazılarının kasığından koltuğuna kadar uzanan kırmızı yün kuşak, bazılarının bellerine dolanan kıymetli bir şal üstüne bağlanmış meşin silahlıkları vardı. Camadan cepkenlerle, dizlikler çeşit çeşit idi. Umumiyetle dizleri İskoç askerleri gibi meydanda idi. İzmir’de kaldığım dört yıl süresince, her fırsat buldukça zeybek köylerini dolaştım, zeybekleri oynatıp, kendim de aralarına katılarak onları taklide çalışırdım. Ödemişli zeybekler beni çok misafir ettiler. Zeybeklerle buluşup, türkülerini dinler, oyunlarını seyrederdim. Bu dört senemi ömrümün en mesut günleri arasında kaydedebilirim. İzmir’de geçen gençlik yıllarım bir inkılaba vesile olduğu için, kalbim orası için minnettarlıkla doludur. İstanbul’a nispetle, İzmir’de bir hürriyet havası olduğundan, bende okumak hevesi uyandı. Garbın eserlerini İzmir’de okudum ben.”
İSVEÇ GÜNLERİ
Selim Sırrı, 1908’de İstanbul Mercan Yokuşu’nda özel bir “Beden Terbiyesi Okulu” açmış, okulda öğrencilere jimnastik, kılıç, boks ve atıcılık dersleri veriyordu. Ancak 1909’da Harbiye Nezareti tarafından, beden eğitimi ve spor ihtisası yapmak üzere İsveç’e gönderilince, okulunu kapatmak zorunda kalmıştı. İsveç’e gittiğinde ilk dikkatini çeken şey, halkın milli duygularının çok güçlü olmasıydı. Bunun nedenlerini incelemeye koyuldu. Halk Dansları Cemiyeti, ülkenin her tarafına seyahat yaparak millî şarkıları, halk oyunlarını, çok iyi bilen aileleri Stockholm’e getirmişti. “Millet Bahçesi” adını verdikleri, şehrin en güzel parkında, buraya yerleştirilen aileler için köy evleri kurulmuş, kendi köylerinde olduğu gibi millî kıyafetleriyle, geleneksel köy yaşantısını devam ettirmeleri istenmişti. Pazar ve Çarşamba günleri, parkın ortasında kurulan sahnede, köylüler yörelerinin sazlarıyla, milli kıyafetleri ile milli oyunlarını oynuyorlardı. Parkın karşısında kurulan ilk folklor açık hava müzesinin İsveç halkının milli duygularını pekiştirdiğini fark etmişti. Hafta sonu gösterileri izlemeye gelenler isterlerse burada ücretsiz eğitim de alıyorlardı. Bu oyunlar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullarda kızlı erkekli öğrenci gruplarına da öğretiliyordu. Bu gördüklerinden çok etkilenen Selim Bey, İzmir’de zeybek danslarını izlediği yılları düşünerek heyecanlanmış, yurda dönünce milli dansımız olarak zeybek oyunları üzerinde çalışmaya karar vermişti. Döndüğünde Osmanlı Devleti tarafından Beden Eğitimi Müfettişi olarak görevlendirilmişti, ancak askeri okullar dışında beden eğitimi dersi olmadığı içi bu görev ona biraz anlamsız gelmişti. Maarif Nazırı Emrullah Bey’e, “Galatasaray Sultanisi dışında hiçbir mektepte beden eğitimi dersi yok, ben neyi teftiş edeceğim” diye sormuştu. Emrullah Bey, kendisine; “Azizim, Erkek Muallim Mektebi’nde ıslahat yaptık, programına haftada iki defa beden terbiyesi dersi koyduk. Orada hem ders verip muallim yetiştireceksin hem de müfettiş olacaksın” demişti. İstanbul’da beden eğitimi öğretmenliği yaparken bir yandan da Aydınlı Salih Paşa’nın aracılığıyla Mehmet Reşat’ın maiyet bölüğünde bulunan zeybeklerle bağlantı kurmuştu. Onları evine davet edip zeybek havalarını oynatıyor ve notlar alıyordu. Fatih’te deveciler arasında güzel zeybek oyunu bilen Aydınlılar olduğunu duymuş onları da evine davet edip oyunlarını izlemek istemişti. Deveciler, geliriz ama bir binlik isteriz deyince vazgeçmeye mecbur olmuştu. İstanbul’da oturduğu yerden zeybek araştırmalarını sürdüremeyeceğini görüp üzüldüğü sırada beklediği görevlendirme geldi.1911’de Anadolu’ya teftişe başlayacaktı, aradığı fırsat buydu. Ege, İç Anadolu, Marmara Bölgesi’nde görevlendirmesi vardı. Eskişehir’den başlayarak Konya, Afyon, Uşak, Manisa ve İzmir’de bulabildiği zeybekleri oynattı. Dört beş sene içinde yüzden fazla zeybeğin oyunlarını seyretmişti.
KURALLAR BELİRLENİYOR
1912’de Paris’te Sorbon Üniversitesi’nde yapılan Milletlerarası Beden Terbiyesi Konferansı’na katıldı. Her ulusun üyeleri, halk oyunlarını sergiliyorlardı. Onların danslarının vezin ve ahengi, adım atışları, sıçrayışları hiç değişmiyordu. Sıra Selim Sırrı’ya gelince, zeybek oyunu hakkında bir konferans verdi, sonra oynamaya başladı. Oyun çok beğenilmiş ve alkışlanarak bir daha oynanması istenmişti. İçinden geldiğinde diz çökmüş, istediğinde dönmüştü. İzleyenler her iki oyunda da neden farklı figürler yaptığını sormuş, iki oyunun da aynı olmadığını söylemişler, ‘kuralları yoksa bu dans nasıl öğretilir?’ diye sormuşlardı. Bunlar, “ecdâttan evlâda intikal eden millî geleneklerdir, sırası falan yoktur. Muayyen bir başlangıç şekli olmadığı gibi, sonu da belli değildir. İnsan yorulunca durur” diye cevap vermişti. Eleştiriler haklıydı aslında. Paris’ten döndüğünde belirli kuralları olan, herkesin oynayabileceği bir zeybek dansı oluşturmaya karar vermişti. Ancak yüzlerce dans ve türkü çeşidi vardı. Hangisini esas alacak, nereden başlayacaktı. Selim Sırrı, bir süre sonra aradığı sorunun cevabını bulmuştu. “Sarı Zeybek” türküsünü alarak 9/8’ lik bir ölçüyle dansa uyarladı. Kadınla erkeğin birlikte oynayacağı şekilde düzenledi. İlk kez 1916 ‘da öğretmenlik yaptığı okulun öğrencilerine öğreterek, aynı yılın İdman Bayramı’nda Kadıköy’de, Fener Kulübü Spor Sahası’nda halka sergiledi. İzleyenler çok beğenmişti. Yaptığı çalışmaları çıkardığı “Terbiye ve Oyun” adlı dergide yayınlayarak herkesin öğrenmesi için de uğraşıyordu.
Selim Sırrı aynı zamanda Osmanlı Milli Olimpiyat Cemiyeti’nin de kurucusuydu. Ancak Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı yılları nedeniyle cemiyetin pek işlerliği olmamış ve kapanmıştı. 28 Ağustos 1922’de “Türkiye Milli Olimpiyat Cemiyeti” adıyla yeni bir oluşuma gitmiş, Uluslararası Olimpiyat Komitesi de onu Türkiye’nin Olimpiyat Temsilcisi seçmişti. Cumhuriyet’in ilanının üzerinden 6 ay geçmiş, Paris’te 1924’de düzenlenecek olimpiyat oyunları için ilk kez Türk devletine resmi bir çağrı yapılmıştı. Savaştan yeni çıkmış, ekonomik olarak çökmüş, demiryolu yapımı ve mübadele işleri gibi çok önemli masrafla meşgul olunmasına rağmen bu çağrı Türkiye’yi memnun etmişti. Atatürk, İsmet Paşa ve Maarif Vekili Kurtuluş Savaşı sonrasında, diplomatik yalnızlıktan kurtulma ve tanınma mücadelesi veren yeni Türk Devleti için olimpiyatları iyi bir propaganda aracı olarak görüyordu. Spor tesisi, beden eğitimi uzmanları olmayan Türkiye’nin bir derece beklememesi gerektiği Selim Sırrı tarafından TBMM’ye açıkça söylenmişti. Ancak devlet, 1924 olimpiyatları için kıt kaynaklarına rağmen büyük bir özveri gösterip gerekli olan 27.000 bin lira masrafı karşılayarak; futbol, güreş, atletizm, eskrim ve bisiklet dallarında 40 sporcusunu Paris’e gönderme kararı verdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle büyük bir uluslararası organizasyonda ilk defa yer alması, Türk halkı için moral kaynağı olacak, Yeni Türk Devleti’nin dünyanın diğer ülkeleriyle yarışabileceği gösterilecek, Türk bayrağının dünya devletlerinin arasında dalgalanıyor olmasının gururu tüm başarısızlıkların önüne geçecekti.
Olimpiyat Komitesi, 1924 Paris Olimpiyatlarında, Tarcan’dan Türkiye’nin beden terbiyesi hakkında bir kaç konferans vermesini istemişti. Tarcan, üç yıldır zeybek dansını belirli bir kurala oturtmak için çalışıyordu. Şimdi dünya uluslarına sergileme şansı yakalamıştı. Zeybek dansı hakkında bir konferans verecek, milli dansımız olarak tanıtmaya çalışacaktı. Önce anlattı, sonra Fransız yüzbaşısının çaldığı piyano eşliğinde sahneye çıkıp oynadı. Herkes tarafından çok beğenilmişti.
KAHRAMANLIK DANSI
Kurtuluş Savaşı devam ederken 1922’de Ressam Münif Fehim, Aydede Dergisi’nin kapağı için çizdiği resimde Atatürk’ü zeybek kıyafetleri içinde ve bir dağa yaslanmış olarak betimlenmişti. Altında da Atatürk için “Sarı Zeybek” diye yazıyordu. Aydın yöresine ait bu zeybek türküsünün sözleri “Sarı zeybek şu dağlara yaslanır“ diye başlıyordu. Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin ailesi Aydın yöresinde yaşayan Kızıl Hafız Yörükleri’ndendi. Fatih Sultan Mehmet Dönemi’nde Selanik’e göç ettirilmişlerdi. Hatta Selanik’te ailenin lakabı Aydınlılardı. Atatürk için Zeybek’in ayrı bir anlamı vardı. Çok da güzel oynar, öğrenilmesini ve oynanmasını her zaman teşvik ederdi. Zeybekler, Türk Kurtuluş Savaşı’nda canla başla mücadele etmişler, kurdukları Kuva-i Milliye örgütleriyle TBMM, düzenli bir ordu kuruncaya kadar işgalcilerle bir yıl mücadele etmişlerdi. Yunan generali, “zeybekler yolumuzu kesmeselerdi, Ankara ordu kurmaya vakit bulamazdı” demişti. Atatürk de Tarcan’dan “bizim milli dansımız, Türk kahramanlık dansı” dediği bu dansın figürlerinin sadeleştirilerek halkın oynayacağı şekle getirilmesini istemişti. Selim Bey zaten yıllardır bu konuyla ilgili çalışıyordu.
Tarcan’ın beklediği an İzmir’de gerçekleşti. Tarcan ile Atatürk aynı günlerde İzmir’de bulunuyorlardı.14 Ekim 1925’de, İzmir Kız Öğretmen Okulu’nda öğrencisi Muallâ ile birlikte “Sarı Zeybek” ya da “Tarcan Zeybeği” denilen bu yeni oyunu, Atatürk’ün huzurunda oynadı. Atatürk izleyince çok beğendi bir kez daha oynamalarını rica etti sonra da halka dönerek şöyle dedi.
‘Hanımefendiler, Beyler; “Selim Sırrı Bey, zeybek raksına medeni bir hal vermiştir. Artık Avrupalılara, bizim de mükemmel bir raksımız var diyebiliriz. Bu oyunu salonlarımızda, müsamerelerimizde oynayabiliriz. Zeybek dansı bu şekli ile her salonda kadınla beraber oynanabilir ve oynanmalıdır”.
Selim Bey çok mutlu olmuş, “Ben, Atatürk’ün içtimai hayatımızda kadına verdiği mevkii düşünerek bu küçük eseri vücuda getirdim. Eğer, kıymeti varsa yaşar” demişti. Atatürk’ün ölmeden önce yaptığı son dans da 2 Şubat 1938’de Bursa’da oynadığı “Sarı Zeybekti.” O nedenle, Zeybek ezgileri çalındığında hepimizi derinden etkiler. Çünkü duyduğumuz tek şey müzik değildir. O müziğin içinde Türk milletinin hayatta kalma mücadelesinin sesini duyarız.
Pınar SÖZER
Tarihçi – Yazar
Kaynakça:
Metin Ekici, Selim Sırrı Tarcan’ın Bir Makalesi: “Yeni Zeybek Raksı”
Atatürk, Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II
M. Şevki Çapan, Türk Sporunda Selim Sırrı Tarcan
M. Şevki Çapan, Selim Sırrı Tarcan’ın Zeybek Oyunu Derleme Çalışmaları
Bir Cevap Yazın