Konaklarda geçen Türk filmlerinde; çocukların yaramazlıklarında onlara arka çıkan, koruyan tavırlarıyla Arap bacıları hep sevmişizdir. Bazı hikâyelerde de yüzünü boyayıp kendini Arap kılığında gizleyerek âşık oldukları kişinin kendisi hakkında ne düşündüğünü öğrenmeye çalışan karakterlere gülmüşüzdür. Oysaki yüzlerce yıldır bizimle birlikte yaşayan bu insanlar, biz fark etmeden birçok acı biriktirmişlerdi. Onlar, çocuksu aksanlarıyla gülünç olarak temsil edilen karagöz oyunundaki zenci köle değillerdi. Yaşlı olanlar, çocukken annelerinin çamaşırları beyazlatmak için kullandığı çamaşır suyunu gizlice içtiklerini, geçmişlerini ele veren renklerini böyle yok etmeye çalıştıklarını anlatıyorlardı. Sırf rahatsız eden gözlerden kurtulmak için daha çok beyazlarla evlilik yapıp renklerinin açılmasını isteyenler de çoktu. Ailelerinin onlara bırakacak tarlası, malı mülkü hiç olmadı. Tek sahip oldukları uzun kölelik yaşantısı sonunda elde ettikleri özgürlükleriydi.
Reşat Nuri Güntekin’in 1947’de yazdığı “Miskinler Teknesi’nde” onlardan şöyle bahsediyordu; “Tamaşalık’ın ahalisi Afrika zencileridir. Konaklardan çıkarılmış yahut kaçmış sürü sürü Gülfidan bacılar ve onların erkekleri… Bunların güçlü, kuvvetlileri gündüzün şehirde incire, palamuda yahut dilenciliğe giderler; ihtiyar ve sakatlar kulübelerinin önünde, kızgın güneşin altında iri kertenkeleler gibi yarı çıplak yatarlardı.” Yine, Halit Ziya Uşaklıgil, 1934 ve 1950 yıllarında yazdığı Dilhoş Dadı hikâyesinde ve İzmir Hikâyeleri kitabında Afrikalı kadınların dadı olarak Afrikalı erkeklerin ise hizmetkâr olarak çalıştırıldığını anlatıyordu. Onlar “Afro-Türklerdi.” Osmanlı Devleti döneminde Hicaz, Basra ve Akdeniz köle ticaret yolları üzerinden bugünkü Türkiye sınırlarında yer alan bölgelere getirilen kölelerdi. Aslında Arap değillerdi, Sudan, Mısır, Habeşistan ve Trablusgarp gibi Kuzey Afrika eyaletlerinden geliyorlardı. Arap bölgelerinden geçen köle yolları sonucunda Osmanlı köle pazarlarına getirilmiş olmaları nedeniyle toplumda yaygın olarak “Arap” kelimesiyle adlandırılıyorlardı.
AZATLI KÖLELER
Önceleri Osmanlılarda kölelik, savaş esirlerinin saraylarda, ev hizmetlerinde kullanılması şeklindeydi. XVI. yy’dan itibaren ise Kuzey Afrika’nın fethiyle pek çok Afrikalı genç, gemilerle İstanbul’a ve İzmir’e getirilmiş, buradan da tarım arazilerinin yoğun olduğu yerleşimlere sevk edilmişlerdi. Yüzyıllarca süren bu akış tarıma dayalı köleliğin de başlangıcı oldu. İzmir ve Aydın’da köle satışı yapılan hanların ve zenci köle misafirhanelerinin sayısı gittikçe arttı. 1800’lü yıllarda Batı Ege Bölgesi’ndeki yabancı yatırımcılar, özellikle demiryolu hatlarına yakın yerlerde büyük çiftlikler kuran İngilizler, kendilerine gerekli olan iş gücünü karşılamak için zenci köle ticaretini de yoğunlaştırdılar. 1857’de köle ticareti yasaklanmıştı. Fermanlarla köle taşıyan gemilere devlet tarafından el konulacağı, tüccarlara ceza verileceği ilan edilmesine rağmen ticarette bir azalma olmadı. Yine de yasak olduğu için yakalananlar azat ediliyor, azatlı olanlara devlet tarafından toprak veriliyor, çiftliklere işçi olarak yerleştiriliyorlar, azat edilen bu büyük nüfus için köyler kuruluyordu. Aydın Valisi, Dâhiliye Nezareti’ne gönderdiği 13 Ocak 1891 tarihli yazısında, azat edilen kölelerden erkek çocukların yatılı sanayi okullarına, yetişkin erkeklerin sanayi taburları ve askeri bandolara verildiğini söylemekte; kadınların ise zengin Müslüman ailelerin yanına hizmetçi olarak yerleştirildiğini; ayrıca kendi aralarında evlendirilmelerinin ev ve arazi verilerek teşvik edildiğini belirtmektedir. İzmir’de, Karantina semtinde bugün Mithatpaşa Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi olarak kullanılan Mekteb-i Sanayi binası azatlı köleler için geçici bir misafirhane olarak kullanılıyor, sonrasında azatlı köleler padişah çiftliklerine yerleştiriliyordu.
Kanunla yasak olduğu ve esir pazarları kapatıldığı halde 1869 – 1876 yılları arasında, Afrika’dan Batı Anadolu’ya tarım alanlarında çalıştırılmak üzere 13 bin 500 köle getirilmişti. Kaçak yollarla Batı Anadolu’ya getirilen Afrikalı köleler, önce sahile yakın adalara çıkartılarak besiye çekiliyor ve pazarda iyi fiyat edecek konuma geldikleri zaman, küçük kayıklarla, gece gizlice İzmir yakınlarına çıkarılarak satılmak için iç bölgelere gönderiliyorlardı. Afrika kökenliler yoğun olarak Batı Ege’ye tütün ve pamuk tarlalarında köle olarak çalıştırılmak için getiriliyordu. Levantenlerin sermaye yatırımları dışında, Çiftlikat-ı Hümayun adı verilen padişah çiftlikleri de vardı. II. Abdülhamit’e ait Torbalı Nahiyesi’ne Tire Kazası’na bağlı çiftliklerde çalışacak iş gücü ihtiyacı, dış pazara yönelik tarım ürünlerinin değer kazanması, Aydın Vilayeti’nde tarım köleliğini besleyen nedenlerin başında geliyordu. Afrikalı köleler daha çok Küçük Menderes Ovası’nda çalıştırılıyorlardı. XIX. yüzyılın sonunda en kalabalık oldukları İzmir’de sayıları 2 bin civarındaydı. Konak ilçesi, Çimentepe, Sabırtaşı, Dolaplıkuyu, Eşrefpaşa, İkiçeşmelik, Tamaşalık ve Ballıkuyu Mahalleleri ile merkez Karabağlar ilçesi, Torbalı ilçesine bağlı Subaşı Beldesi, Naime ve Tulum köyleri, Tire ilçesine bağlı Yeniçiftlik, Ödemiş, Bayındır ilçesine bağlı Hasköy ve Çırpı köyleri yoğun olarak yerleştikleri yerlerken Aydın, Söke, Akhisar, Antalya ve Adana bölgeleri de yoğun olarak görüldükleri diğer yerleşimlerdi.
AFRO ZEYBEKLER
Afrikalı erkek ve kadının, İmparatorluğun Batı Anadolu topraklarındaki macerası genel olarak hizmetkârlık üzerine şekillenmişti. Batı Anadolu’da mevcut olan zenginlikten nemalanmak isteyen hizmetkârlığı kabullenmeyen Afrikalı erkekler için, bir çıkış yolu daha vardı ki o da eşkıyalıktı. Kendilerini ucuz iş gücü olarak gören yerli toprak ağalarına ya da yabancı tüccarlara karşı silahını kaparak bir zeybek çetesine katılıp, dağın yolunu tutan delikanlılar da “Afro zeybekler” olarak adlandırılacaklardı. Afrika kökenli zeybeklerin iri ve korkutucu olanları, çatışmalarda önden giderek düşmana korku salarlar, efeler onları şahsi işlerinde kullanırlardı. Herhangi bir zenginden haraç isteneceğinde, bir fabrika veya ev baskınında ilk önce Araplar akla geldiği gibi, Osmanlı’nın savaşlarına katılan zeybek taburlarında da öncü birlik olarak görev alırlardı. Zenginlerin hac dönüşü getirdikleri Arap çocukları ile köle olup azat edilince zeybek gruplarına katılanlar da vardı. Ünlü Çakırcalı Mehmet Efe’nin babası Çakırcalı Ahmet için; “Çakırcalı Ahmet çifte Arapları yanında olmadan dolaşmazdı, çarşıya, kahveye hep onlarla gider” denirdi. Afro zeybeklerin çeteye uğur ve bereket getirdiğine inanıldığı için birçok zeybek çetesi mutlaka içlerinde bir afro bulundurmaya özen gösterirlerdi. Ödemişli Ünlü eşkıya reisi Gereli zeybeğin çetesinden Parmaksız Arap, Yörük Osman’ın çetesinin baş zeybeği Koca Arap, bölgede nam salmış ünlü Afro zeybeklerdi. Bugün “Koca Arap” zeybeği adlı halk oyunu ile kültürümüzde bıraktıkları izler hala yaşamaktadır.
II. Abdülhamit döneminde azatlı Afrikalıların yerleşmesi için oluşturulan köylerin bir benzeri kısa bir süre sonra, Girit’ten gelen muhacirler için de kurulacaktı. Bu göçmenler içindeki siyahi Giritliler de, hiç hatırlamadıkları memleketlerinin insanlarıyla, Anadolu topraklarında kucaklaşacaklardı. Araplar 827’de Girit’in tamamını ele geçirmiş, Bizans Ada’yı geri alıncaya kadar Araplar; Afrika, Asya, Endülüs, Tarsus’tan yaptıkları göçlerle Ada’nın her yerine yerleşmiş, önemli miktarda çoğalıp Girit’i gerçek bir Arap ülkesi haline getirmişlerdi. Girit’te 138 yıl süren Arap egemenliğinde Kuzey Afrika’dan da halk getirilmişti. 1821 – 1860 yılları arasında Girit yönetimi Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Paşa’ya bırakıldığında Mısır’dan da Girit’e birçok aile yerleşti.1878’de Girit’te “Halepa Sözleşmesi” ile ticaret canlanınca, işçi ihtiyacını karşılamak için Trablusgarp, Bingazi- Halhuti bölgesinden yoksul bedevi Arap aileleri, siyahi Afrikalılar Hanya’ya getirilmişti. Yoksul hayat süren Halhutiler çoğalınca Rum çetelerine karşı savaşan Müslümanlara katıldılar, Müslüman olmaları sebebiyle ve Türklere oy verecekleri düşünüldüğü için Ada’da istenmemişlerdi. Şehir surlarının dışında Hanya Halepa yolu üzerinde sahilde Halhutika denilen yerde çadırlarda yaşıyorlardı. 1898 yılında Osmanlı askerlerinin Ada’yı tahliye etmesi ile Girit’teki ilhak hedeflerine önemli ölçüde yaklaşan Rumlar, bundan sonra Ada’da kalan Müslümanları göçe zorlamaya yönelik faaliyetlere başladılar. Türklerin bireysel direnişleri yeterli olamayınca Osmanlı’dan yardım istediler. Dönemin padişahı II. Abdülhamit Ada’ya gemiler göndererek zor durumdaki halkın büyük kısmını 1898’de Anadolu’ya getirdi. Göçmenler, başta İzmir olmak üzere çoğunlukla vilayet sınırları içinde bulunan mirî arazilere, çiftliklere ve boş arazilere yerleştirildiler. Böylelikle boş araziler yerleştirilen göçmenlere dağıtılan arazi, ev ve tohum yardımlarıyla tarıma açılmış oluyordu. Göçmenler aynı zamanda devletin kendilerine gösterdiği bu arazilerde diledikleri gibi haneler inşa edebileceklerdi. Kalanlar mübadele döneminde Anadolu’ya gelerek, din faktörü kıstas alındığından diğer tüm Müslüman Giritliler gibi Anadolu’nun dört bir yanına dağıldılar. İzmir’e gelen siyahi Giritliler daha çok Eşrefpaşa taraflarına yerleştiler.
Afrika kökenli Anadolu Türkleri, geldikleri kıta olan Afrika ile doğup büyüdükleri Anadolu arasında ortak bir anavatana sahip olmadıkları için, ortak bir ten rengi üzerinden aidiyet, temsiliyet ve kimlik ilişkisi kurdular. Kendilerine Afro-Türkler diyerek Türk Müslüman vatansever bir kimlik edindiler. Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü savundular. Hukuka aykırı eylemlere adlarının karışmasına izin vermediler. Anadolu coğrafyasında yaşanan kölelik gerçeğiyle yüzleşmek ve hesaplaşmak isteyen bu topluluk, atadan miras mülksüzlük ve yoksulluktan kaynaklanan sorunlarına; sağduyulu yaklaşan barışçı, farklı düşünce ve inançlara saygılı, insan ilişkilerinde cinsiyet, ırk, din, dil farkı gözetmeyen dostlarla kaynaştılar. Afro-Türkler, 1926 yılında Medeni Kanun ile resmen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmalarına rağmen hayatlarını istedikleri gibi farklılaştırmaları çok da kolay olmadı. 2006’da Ayvalık’ta kurulup sonra İzmir’e taşınan Afrikalılar Dayanışma, Kültür ve Yardımlaşma Derneği ile kültürlerinden kalan izleri bulup yaşatmaya çalıştılar. Bu izlerden en belirgin olanı ise 1800’lü yılların ikinci yarısından 1920’lere kadar İzmir’de yaklaşık 4 – 5 bin kişinin katıldığı “Dana Bayramı” kutlamalarıydı. Derneğin kurulmasından sonra, eskiden olduğu gibi yeniden mayıs ayında kutlanmaya başlandı. Günümüzde Girit’teki Afrikalıların kutladığı festivallerle benzerlik gösteren bu bayramda Osmanlı döneminde bir inek alınıp süslenir ve müzik eşliğinde Sabırtaşı’ndan Tamaşalık’a getirilir; Tamaşalık’ta hayvan topluluk lideri godya tarafından kesilip tencerede pişirilirdi. Halit Ziya Uşaklıgil, Dilhoş Dadı adlı hikâyesinde bu bayramı şöyle anlatır; “Zencilerin bir tane bayramı olurdu ki İzmir’in sayılı günlerinden biriydi. Onların Afrika’dan getirdikleri bu gelenek Kadife Kalesi sırtlarında, İzmir’in Bahri baba üzerinden denize bakan bir noktasında yapılırdı. İzmir’de ne kadar muhtelif kabilelerden gelme erkek kadın zenciler varsa burada toplanırlar, yerler, içerler, oynarlardı. İzmir halkından bir büyük kalabalık da bunları temaşa etmek ve garip oyunlarını görmek için orada toplanırlardı”. Bugün bir Afrika müziği duyduğunuzda bu ritimler bilin ki bize çok uzak değildir. Bizim zeybek ezgileri ve Ege Türküleriyle yüzlerce yıl birlikte yaşamıştır. Biz o günleri bilsek de bilmesek de….
Pınar SÖZER
Tarihçi / Yazar
Kaynakça:
Abdullah Martal, Afrika’dan İzmir’e İzmir’de Bir Köle Misafirhanesi
Ali Ekrem Erkal, Geleneksel Kültürüyle Türk Girit
Ali Özçelik, Afrika Çöllerinden Batı Anadolu Dağlarına, Kölelikten Eşkıyalığa: Afro Zeybekler
Erdal Aksoy, Afro-Türkler Etnik Köken Ve Kimlik
Müge Akpınar, Afro-Türklerde Kimlik: Temsiliyet, Gelenek Ve Kolektif Bellek
Bir Cevap Yazın