Ünlü gezgin Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde, minyatür sanatının saray çevresince korunduğunu ve desteklendiğini gösteren önemli bir örnek vardır. Çelebi’nin aktardığına göre: “1654 yılında Bitlis’te 1600 kuruşa şehname satın alan bir kişinin, bu güzelim yazmadaki minyatürleri, ‘Bunlar tasvirdir, papaz yazısıdır’ diye resimlerin gözlerini oyduğu saptanınca, kendisi 1000 değnekle cezalandırılmıştır.” Bu örnek dini kullanarak, kültür ve sanata yapılan saldırılara izin verilmediğini göstermesi açısından anlamlıdır. “Osmanlı’da resim yoktur, Türkler’de resim sanatı gelişmemiştir” şeklindeki yanlış kanının aksine; kimi zaman devletin gücünü yansıtacak eserler verilerek hanedanın iktidarı pekiştirilmiş, kimi zaman batılılaşmanın göstergesi olarak görülerek desteklenmişti.
Türkler’de resim sanatı yaklaşık 1000 yıllık bir geçmişe dayanmakta olup minyatür ile başlamış, Batı tarzı resim sanatına dönüşerek günümüze ulaşmıştı. M.S. VIII. yüzyılda Uygur Türkleri’nin, Turfan Bölgesi’nde meydana getirdikleri freskler, Türk minyatür sanatının ilk örnekleriydi. Uygurlar’ın bu minyatürlerinde Orta Asya Türk tipi olan yuvarlak yüz ve çekik gözlü kişiler betimlenmiş, badem gözlü ay yüzlü denilen Türkmen üslubu oluşmuştu. Bu üslup Osmanlı minyatürlerinde de devam etmiş, çoğu Avrupalı olan harem kadınlarının yüzleri bile Uygur tipinde resmedilmişti.
OSMANLI’DA MİNYATÜR
Osmanlılar’da minyatür yaptırmanın amacı sanat eseri üretmek değildi. El yazması kitapların konularının resimlenerek açıklanması amacıyla yapılan minyatürler, kitap boyutunda olmaları gerektiği için de küçük çiziliyordu. Minyatür ve resim sanatı; tarihi olayların geleceğe aktarılması işlevine sahipti. Padişahların çıktıkları seferlere nakkaşları da yanlarında götürmeleri, savaşları belgeletme isteklerini kanıtlıyordu. Nakkaşlar aynı bir fotoğraf çeker gibi savaş sırasındaki önemli olayları kaydederler ve döndüklerinde onların minyatürlerini çalışırlardı. Örneğin; padişahların cülus törenlerini anlatan minyatürlere baktığımızda padişahın hangi sarayda tören yaptığını, törende kimlerin bulunduğunu, protokol kurallarının nasıl olduğunu görmek mümkündü. Hatta nakkaş, padişahın giydiği kıyafetin desenlerini orijinaline kadar çizer, yerdeki halının hangi yöreye ait olduğu desenlerinden anlaşılacak şekilde orijinaline göre yapılırdı. Osmanlılar’daki tarih yazıcılığıyla birlikte gelişen minyatür sanatı, resimli elyazmalarının Kanunî Sultan Süleyman döneminde üretilmeye başlanmasıyla süreklilik kazandı.
Kuran’da resmi yasaklayan bir ayet olmamasına rağmen İslamiyet öncesi dönemde tasvirlere tapılıyor olması, toplumun resim sanatına çekinerek bakmasına neden olmuştu. Hz. Muhammed’in vefatından sonra İslam dini ileri gelenlerinin, Hz. Muhammed’in deyişlerini ve hadislerini toplarken bunlara kendi yorumlarını eklemeleri soncunda, resme karşı tepki oluştu. Bu baskıya karşın yine de birçok Osmanlı padişahının kendi portrelerini ya da minyatürlerini yaptırdıklarını biliyoruz. Padişahların kendi dönemlerinin olaylarını, önemli konuları ve her şeyden önce de kendi görüntülerini geleceğe bırakma isteği gittikçe önem kazanmış, minyatür sanatına verilen destek gün geçtikçe artmıştı.
Topkapı Sarayı’nda Fatih Sultan Mehmet tarafından Ehl-i Hiref yani sanatçılar topluluğu oluşturuldu. II. Mehmet, yeni sarayına yerleştikten sonra kendi portre ve madalyonlarını yaptırmak amacıyla, Avrupalı ressamlardan Gentile Bellini, Mastori Pavli, Veronalı Matteo de Pasti ve Costanzo da Ferrara’yı İstanbul’a davet etti. Costanzo da Ferrara’nın Oxford, Ashmolean Müzesi’nde yer alan 1481 tarihli Fatih madalyonu, Londra National Gallery’de bulunan Bellini’nin 1480 tarihli, II. Mehmet portresi o dönemin ve günümüzün en kıymetli sanat eserlerindendir. Fatih, Sinan Bey olarak bilinen nakkaşı da resim eğitimi almak üzere Venedik’e göndermişti. Geri döndüklerinde Sinan Bey ve öğrencisi Bursalı Şiblizade Ahmed, Osmanlı’nın ilk portre ressamı olacaklar ve Bellini ile Costanzo’nun çizimlerinden de yararlanarak II. Mehmet’in üç portresi ile şehzadelerinin resimlerini yapacaklardı. Nakkaş Sinan Bey’in Fatih’i bağdaş kurmuş halde gül koklarken canlandıran Topkapı Sarayı’ndaki tanınmış portresi, onun sanatının kuvvetini ve sınırlarını göstermektedir. Batı resim anlayışı ve Osmanlı minyatür sanatının sentezinden oluşan bu ilk resimle Osmanlı’da portre ressamlığı başlamış oldu. 1560 yıllarında Nakkaş Nigari; Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim, Barbaros Hayreddin Paşa, I. François ve V. Charles’in portrelerini yaptı. Seyyit Lokman ve Nakkaş Osman’ın iş birliğiyle hazırladığı 1583 tarihli Kıyâfetü’l-insâniye fî Şemâ’ili’l-Osmâniye adlı eserde Osman Gazi’ den III. Murat’a kadar olan padişahların portreleri yer alıyordu. Hünername’nin birinci cildi 45 minyatürle, Osman Gazi’den başlayarak Yavuz Sultan Selim’in ölümüne kadar Osmanlı hükümdarlarının hayatını ve savaşlarını hikâye ederken, İkinci cilt 95 minyatürle yalnız Kanunî Sultan Süleyman’a ayrılmıştı. XVI. yüzyıl sonlarının en büyük eseri ise, başta Nakkaş Hasan Paşa ve Nakkaş Osman olmak üzere devrin nakkaşları tarafından hazırlanan altı ciltlik “Siyer-i Nebî”idi. Sultan III. Murat, 1595 yıllarına doğru, İslam’ın ilk dönemlerinin tarihini ve Hz. Muhammed’in yaşam öyküsünün resimlendirilmesini isteyince Hz. Muhammed’in hayatını 800’ü aşkın minyatürle tasvir eden bir şaheser ortaya çıkmıştı. Levni de, Osman Gazi’den Sultan III. Ahmet’e kadar 29 padişahın portrelerini içeren silsilename hazırlamıştı.
HAMAMDA YIKANAN KADIN
Lale Devri padişahı III. Ahmet kendisi de bir hattat olması nedeniyle sanatı çok desteklemişti. 1718- 1730 arasını kapsayan iktidar yılları, Osmanlılar’ın Avrupa’nın üstünlüğünü kabul ederek savaşa ara verdikleri, Avrupalılar’ın da İstanbul’a gelip resim atölyeleri açtıkları bir dönemdi. Yabancı ressamların Osmanlı gravürleri yapmaya başlamasıyla Osmanlı nakkaşları da bu dönemden itibaren Batı tarzı resmin nasıl yapıldığını öğrenmeye başlamışlardı. İslam geleneğinin resme sıcak bakmıyor olmasına rağmen hem padişah portresi hem de Hz. Muhammet’in hayatını resmetmeyi sürdüren Osmanlı iktidarı, bu dönemde kadınların dekolte giysileriyle çizilmesini de makul karşıladı. I. Mahmut döneminin en ünlü nakkaşı olan Abdullah Buhari de, çalgı çalan, yıkanan, çiçek koklayan, uzanmış dinlenen kadın resimleriyle ön plana çıktı. Artık minyatürden çok resim diyebileceğimiz, üstelik Osmanlılar’da ilk kez çıplaklığın konu olduğu hamamda yıkanan kadın betimlemeleri böylece Türk resim sanatında yerini aldı.
Batılı resme geçişin önemli bir aşaması da Abdülhamit döneminde İstanbul evlerinde duvarları resimle süsleme modasının başlamasıydı. XVIII ve XIX. yüzyıllarda imparatorluğun tüm topraklarına yayılan ve yapıların duvarlarına çizilen resimler, kalem işi bezemeler, kompozisyonlar, yüzyıllarca süren minyatür sanatının yalnızca bir mutlu azınlığın malı olmadığını, Batı etkisiyle anıtsal duvar resmi yapmaya kalkışan halk ressamlarının, resim sanatını Anadolu’ya da yaydıklarının en güzel kanıtıydı. Anadolu’da birçok konakta hatta camilerde manzara ve Kâbe tasvirleri yapılıyordu. Yozgat Çapanoğlu Camisi, Aydın Cihanoğlu Camisi, Soma Hızır Bey Camisi, Denizli Acıpayam Yazır Köyü Camisi, İzmir Şadırvanaltı Camisi bunlardan bazılarıdır.
XVIII. yüzyıl Osmanlılar’ın Batı’nın üstünlüğünü kabul edip özellikle Avrupa’nın teknik yeniliklerinden yararlanmasının zorunlu olduğunu kabul ettiği bir dönemdi. III. Selim döneminde, askeri mühendislik okulları (Mühendishane-i Berr-i Hümayun ve Mühendishane-i Bahr-i Hümayun) açıldı. Bu okullarda teknik çizim dersleri de vardı. Böylece Batı tarzı ilk resim eğitimi alanlar Osmanlı’nın askerleri oldu. III. Selim de Hattat Rakım’a modellik yaparak portresini yaptırmış, resim sanatını da desteklediğini göstermişti. 1834’de Harbiye Mektebi’nin öğretim programları içine resim dersleri konuldu. II. Mahmut yağlıboya portresini yaptırarak törenle Bab-ı Ali’ye astırarak devlet dairelerine de konulmasını emretti. Abdülaziz de Polonyalı ressam Chlebovvski’ye ısmarladığı savaş kompozisyonlarının eskizlerini kendisi çiziyordu. Abdülaziz döneminde Paris’te 1861’de Mekteb-i Osmani kurularak askeri okulların yetenekli öğrencileri yurt dışına sanat eğitimine gönderildi. Mekteb-i Osmani’yi bitirenler de Jean Leon Gerome başta olmak üzere meşhur ressamların atölyelerinde veya Paris Güzel Sanatlar Okulu’nda resim eğitimi almaya devam ediyorlardı. Bunlardan Ferik İbrahim Paşa, Ferik Tevfik Paşa, Süleyman Seyit, Şeker Ahmet Paşa ve Osman Hamdi ilk akla gelenlerdi. 1867 yılında Paris, Londra ve Viyana’ya giderek sergiler gezen Sultan Abdülaziz birçok Avrupalı sanatçıyı sarayına davet etmiş, saray koleksiyonları için tablo satın almıştı.
BİR RESMİN ÖYKÜSÜ
Bir resim düşünün; Avrupa tarzı döşenmiş bir salon, modern giyimli kadın ve erkekler birlikte oturuyorlar, piyano, viyolonsel ve keman ile Beethoven çalınıyor, ayrıca keman çalan kadın Beethoven’in büstünün durduğu bir konsola yaslanmış. Büstün hemen üstünde de yağlıboya bir manzara resmi var. Kadının solunda kitap dolu bir gazetelik göze çarpıyor. Piyano çalan kadının ise hemen arkasında atlı bir heykel görünüyor. Tüm bu kompozisyon içinde kırmızı şeritli resmi tören kıyafetiyle oturmuş, müziği ilgiyle dinleyen kişi kim dersiniz? Avrupalı ünlü bir ressamdır. Burası da Avrupa’da bir saray diye düşünebilirsiniz. Ancak resmin adı “Haremde Beethoven”. Evet, bizim bildiğimiz harem manzaralarına pek benzemiyor. Çünkü bu resim aslında modern bir aile yaşamına batılılaşmaya olan özlemi anlatıyor. Bir yandan da ‘biz de sanattan anlıyoruz’ mesajını veriyor. Ressam iyi derecede çaldığı keman, piyano, viyolonseli betimlerken, kendisini de müzik dinlerken çizmişti. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin fahri başkanıydı, 1914’de Paris’te uluslararası salon sergilerine “Tarih Dersi” adlı eseriyle katıldı, 1918’de Viyana’da Türk Ressamlar Sergisi ve İstanbul’da Galatasaray sergilerinde yer aldı. O, dönemin en iyi Türk ressamlarından biriydi. Sultan Abdülaziz’in oğluydu. “Avluda Kadınlar” adlı nü tabloyu yaptığında henüz halife değildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922’de saltanat ile hilafet makamını birbirinden ayırıp saltanatı kaldırdıktan 16 gün sonra, amcasının oğlu olan Mehmet Vahdeddin, bir İngiliz zırhlısı ile Türkiye’yi terk ettiğinde, hilâfet makamı boşalmıştı. İşte o ressam, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 19 Kasım 1922’de Osmanlı’nın son halifesi seçilmiş Abdülmecid Efendi’ydi. Elbette bütün padişahlar nü tablo yapan Halife Abdülmecid Efendi kadar cesur ve yetenekli değillerdi. Ancak, minyatür ile başlayıp Fatih’in kokladığı gül ile batı tarzı resme ilk adımı atan Osmanlı resim sanatı, XIX. yüzyıl sonuna kadar gelişerek devam etti. Cumhuriyet dönemi ressamlarını yetiştirenler de Avrupa’da resim eğitimi alan Osmanlılar oldu.
Pınar SÖZER
Tarihçi / Yazar
Kaynakça:
Ayla Ersoy, XVIII. Yüzyılın Minyatürleri ve XIX. Yüzyılda Batı Tarzı Resme Geçiş
Ahmet Kamil Gören, Yenileşme Döneminden Cumhuriyet Dönemine Türk Resim Sanatının Evreleri
Günsel Renda, Osmanlı Minyatür Sanatı
Ruhi Konak, Osmanlı Minyatür Sanatında Padişah Portreciliğinin İlk Örnekleri Ve Geleneğe Katkıları
Sezer Tansuğ, Türk Resim ve Heykel sanatı
Yasemin Sözer Saraç, İslam Halklarının Sanatsal Anlatım Yöntemleri; Minyatür
Bir Cevap Yazın